Bu GTO’yu ilk görüşüm değil. İlk kez bundan yıllar evvel, Feneryolu’nda bir ara sokakta, yaşlı bir çınarın altında terk edilmiş bir GTO görmüştüm. Terk edilmişti çünkü camları kırık, lastikleri patlak, boyası paslıydı, gövdesiyse çınar ağacının sakinleri tarafından ‘umumi tuvalet’ olarak kullanılmıştı.
’67 model olan o otomobilin etrafında epey vakit geçirmiş, sahibini bulmayı kafama koymuştum. Gece saatleri olduğu için çok şansım yoktu ama civardaki evlerin kapılarını çalarak sahibini soruşturmuştum. Kimisi ‘onu kullanmıyor, bayağıdır burada’ derken, sadece bir kişi ‘onu geçen hafta getirdi, sanırım orada bırakacak’ demişti.
Bunun üzerine otomobilin üzerine bir not yazarak, adımı ve numaramı bırakmış, mutlaka beni aramasını söylemiştim. Onu istiyordum ve o gece rüyamda GTO’yu görmüştüm. Sanal hayatımda onu kullanıyor, tertemiz boyatıyor (siyah renkli çok güzel bir otomobildi), parlak kromajlarının üzerinden yansıyan güneş ışığından dolayı güneş gözlüğü takmak zorunda kalıyordum. O zamanlar küçüktüm tabii, 14- 15 yaşındaydım. Bu gibi rüyalar görmem normaldi.
Ertesi gün GTO’yu görmeye gittiğimde çok şaşırmıştım çünkü çınarın altı boştu; GTO gitmişti! Büyük hayal kırıklığı ve çöküş yaşadığımı tahmin etmişsinizdir. Hayallerim yerle bir olmuş, rüyalarım imkansız bir fantaziye dönmüştü bir anda. Çınar sessizliğini korurken, sakinleri başka otomobillerin boyasını doldurmaya başlamışlardı bile...O gün bu gündür GTO’ya taparım. Belki o kadar esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolmasından, belki de muhteşem tarihinden... Bilmiyorum, tek bildiğim şey şu an karşımda duran GTO’nun açık kahverengi olduğu ve üzerinde ‘Tri Power’ V8 motor olduğu. Ve ben onu kullanacağım. GTO’yu. O çınar sakininin aynısını. Yani rüyamdaki otomobilin aynısını. Bu bir rüya mı?
Elimi kapıya atıyorum ve hayır rüya değil. GTO’nun içindeyim.
Burası çok güzel kokuyor. Klasik otomobillerin kendilerine özgü kokuları vardır ve GTO’nun ki de gerçekten çok güzel. Tarihsel kokuyor; gurur ve zafer aklınıza getiren ciddi bir koku bu.
Pontiac GTO gerçekten de büyük bir otomobil. Öyle Mustang ve Corvette gibi değil, farklı bir büyüklük bu. Aradaki Pony Car, Muscle Car farkı bu büyüklüğün nedeni. Önünüzde kocaman bir motor kaputu, kaputun üzerinde hava giriş çıkıntıları, arkadaysa upuzun bir bagaj bölmesi sizi bekliyor.
Gerçek ahşap kaplamalar, önde ‘bucket’ koltuklar, klima gibi donanımlar GTO’nun lüks özelliklerini gösteriyor. Burası oldukça geniş ve konforlu görünen bir kabin. Arka taraf hacim olarak biraz daha dar ama yine de büyük bir sorun teşkil etmiyor.
Ayakla devreye giren el freninin altında, tabanda bir düğme göze çarpıyor. İlk önce bunun ne işe yaradığını anlamıyorum ama sonraki keşiflerim, bu düğmenin uzun farları yakmaya yaradığını gösteriyor. Keyifli ve kullanışlı bir detay. Havalandırma ızgaralarının metalden yapılmış olması da sıradışı bir özellik olarak göze çarpıyor.
Motoru çalıştırdığımda GTO’nun sesi derin derin etrafta duyulmaya başlıyor. Bu, tıpkı Corvette’ki gibi aklıbaşında bir ses. Sadece Vette’den daha bas ve hacimli duyuluyor. Gayet düzgün bir rölantisi var ve gaz verdiğinizde istekli şekilde devirlenirken, sesini artırıyor.
Direksiyon her Amerikan otomobilinde olduğu gibi geniş ve çok turlu ama kullanımı kolay ve hafif. Otomobili yönlendirmeyi kolaylaştırıyor ama tur sayısının 4 olması, dönüşlerde otomobili düzeltmeyi biraz zorlaştırıyor. Direksiyon düzeldi gibi hissettiğiniz anlarda bir tur daha çevirmeniz gerekiyor. Buna alışmalısınız.
Şanzımanı D’ye taktığımda hafifçe ileri atılıyor GTO. Ben de freni bırakıp, serbest bırakıyorum onu. Gayet hafif ve yumuşak şekilde yola koyuluyoruz. GTO, bir Amerikan otomobilinden beklemediğim şekilde kaliteli ve rafine bir sürüş karakteri sergiliyor. Süspansiyonlar yumuşak ayarlı ve yolda adeta akarcasına ilerliyoruz. Derin görünen çukurlar, yüksek görünen tümsekler GTO için çocuk oyuncağı, sadece üzerinden geçiyorsunuz, o kadar. Sallanma, etkilenme, izinden sapma gibi şeyler burada söz konusu değil. Yumuşak ve kaliteli, kesinlikle GTO’nun sürüşünü tanımlayacak 2 kelime.
Bu anlamda tam bir GT otomobili özelliği gösteriyor Pontiac. Tabii ismi bilerek GTO seçilmiş bir otomobilden başka bir şey beklenmezdi değil mi? Yol tutuşsa bu yumuşaklığın yanında fena sayılmaz. Lastikler ince olduğu için muazzam bir tutuş sunmuyorlar ve önden kayma biraz fazla hissediliyor. Biraz gaz verip bu durumun önüne, hemen her yerde boşa dönmek isteyen arka lastiklerin isteğini yerine getirerek geçebiliyorsunuz.
Gaz tepkisi gayet iyi, hatta şaşırtıcı derecede iyi. Pedal biraz sert ve hareketi oldukça uzun ama bastığını her milimetre motora iletiliyor ve GTO muazzam bir güç kullanımı sunuyor. Bu sonsuz gibi görünen pedal hareketinin sonlarına doğru inme cesareti gösterdiğinizde normalde iki karbüratörlü şekilde yol alan motorun, tüm ciğerlerini açtığını ve üçüncü karbüratörü de devreye sokarak, performans anlamında bambaşka bir seviyeye geldiğini görüyorsunuz. Üçüncü karbüratörden sonra GTO’nun GT karakteri kayboluyor ve yerine tam bir yarış otomobili geliyor. Üstelik bu geçiş fazlasıyla hızlı gerçekleşiyor. Eğer bu etkiyi beklemiyorsanız şaşırıp kalıyor ve hayranlık duymaya başlıyorsunuz. Performansla beraber motor sesi de değişiyor. Giderek artması bir yana, sarsıntılı ve güçlü bir hal aldığı gibi daha hacimli de duyuluyor. Bu öfkeli, kendini kanıtlamak isteyen bir ses; kendinden geçercesine haykırmıyor, sadece bağırıyor.
Sadece 3600 d/dak’da üretilen 575 Nm’lik ‘mantıksız’ tork değeri, neden üç ileri şanzıman tercih edildiğini gösteriyor. Bu otomobilde vites değiştirmenize gerek yok. Her yere ikinci viteste gidebilir, ister 130 km/s’ye kadar çıkabilir, ister düşük devirde gezinebilirsiniz. GTO’da tüm ihtiyacınız olan şey aslında ikinci vites.
Gün sonuna doğru yaklaşıyoruz. GTO hepimiz etkilemeyi bildi, özellikle de sadece onu görmek için kalkıp çekimlerimize katılan, Cumartesi gününü GTO’ya ayıran, gençliğinde onu yakından takip eden babamı...
Artık gün battı ve onu yerine götürme vakti geldi ne yazık ki...